Listeye Dön
tanıtım foto

Aşkın Gücü - What Dreams May Come

Tür : Dram / Romantik
Gösterim Tarihi : 16 Nisan 1999
Yönetmen : Vincent Ward
Senaryo : Ronald Bass , Richard Matheson
Görüntü Yönetmeni : Eduardo Serra
Müzik : Michael Kamen
Yapım : 1998, ABD , 113 dk.

 

 

Birazdan yazacaklarımı okuyunca, "Filim ne anlatıyor, bu anlatı nereden nereye atlıyor?" dememeniz için not düşmek istedim. İnsan olarak her birimiz hayata kendi açımızdan bakarız. Özellikle düşünsel olaylarda tümüyle objektif bir veriye ulaşmak mümkün değildir. Olaya bakarken kendi durduğumuz, baktığımız açı olayı ‘bana göre' durumuna getiren temel ögedir.

 

Bir cisimin, bir nesnenin kağıt üzerine çizimini düşünün. Gerçekte şekli, kütlesi ve özellikleriyle belirli bir şey olan o cisim, sonsuz alternatifler içerisinde kağıda aktarılabilir. Çünkü, çizerin bakış açısına ve cisme uzaklığına, kendi görme gücüne ve ortamın aydınlığı gibi çevresel özelliklere göre algısı ve aktarımı değişir. Bu nedenle aynı meselenin çok iyi niyetlerle bile olsa aktarımında ve anlatımında ihtilafa düşülür. Kendimizi bu değişkenlerden kurtaramayacağımıza göre, eleştirirken insafı elden bırakmadan hareket etmek durumundayız.

 

Kendi açımdan ise varoluşun kaygısından azade bir hayatı tasavvur edemiyorum. Nereden geldiğimi hatırlayamadığım nereye gittiğimi ise bilemediğim bir hayatın ortasında ne işim var? İşte bu varoluşsal sorunu halletmeden yol almam mümkün değil zira.

 

Gerçi film, durduğum ve hayatı algıladığım düşünce zeminiyle tümüyle örtüşmese de bir ahiret inancını, dünyanın ahirete hazırlık mecrası olduğu gerçeğini özünde barındırmıyor değil. Diğer taraftan, "What Dreams May Come" bu temel sorunsalı çözmek için tasarlanmış bir film de değil. Ama bu sorunun tartışılmaksızın tasdik edildiği bir zeminde filizleniyor ve şekilleniyor olaylar. Bir yaratıcının varlığı, dünya hayatının ötesinde plan ve programını dünyadaki hayatımızın çizdiği bir hayatın varlığı onaylanmış kabul edilerek doğrudan konuya giriliyor filmde.

 

Aşkın Gücü

Filmin girişinde, aşkla başlayan ve saygıdan mahrum olmayan bir sevgi gittikçe derinleşiyor. Sonrasında, evlilikle devam eden süreçte bu derin bağların üzerine oturan bir aile hayatı seyrediliyor. Böyle bir hayatın ortasında filizlenen iki yeni hayat dört kişilik bir mutluluğa dönüştürüyor tabloyu.

 

İşte tam bu esnada, ortasında değil, sonunda değil daha filmin tam başında yaşanan trajik bir kaza...

Tam da Yunus Emre'ye;
"Bu dünyada bir nesneye

yanar içim göynür özüm,

Yiğit iken ölenlere

gök ekini biçmiş gibi."
sözlerini söylettiren gerçeği tasdik ettirircesine bu iki filizi koparıveriyor hayattan. Onlar artık hangi hayatın yolcusu, bilemiyoruz filmin bu yerinde. Fakat geride kalanlar için hayat artık hiçte yaşanılası bir durum arz etmiyor. Öldüren bir sürece dönüşerek devam ediyor ve sonuçta sevginin odak noktası olan kadın, yani anne, hayat ile ölüm arasındaki gel-git ile tükettiği bir sürecin ortasında buluyor kendini. "Ben böyle yapmasaydım!"la başlayan pişmanlıklar dizisi, kaybettiklerinin acısının ötesine taşıyor çektiği acıları. Bir intihar girişimi sonrasında yatırıldığı akıl hastanesinde kendisini ziyarete gelen ve ayakta kalmaya, hayata tutunmaya çalışan eşine soruyor: "Sen neden bu durumda değilsin? Neden sen de yatırılmak zorunda kalmadın buraya?"

 

Robin and GreanKadın, eşinin onu tümüyle kucaklayan ve birlikte tükenmeye dahi razı olan çabasına olumlu yanıt veriyor sonunda. Eşinden, özüne doğru sirayet eden sevginin verdiği güçle tutunmaya çalışıyor yeniden hayata. Resim, sergi ve yeniden sevgi... Açıyor kalbini eşinin o sarmalayan sıcaklığına. 

 

Oysa hâlâ yarım kalan sorgulamasını tamamlamaya zorlayacak acılar var onu bekleyen. Yine bir trafik kazası esnasında, doktor olmanın da getirdiği bir sorumlulukla yaralılara yardım çabası içerisindeyken gerçekleşen yeni bir kaza, yani tam bir trajedi, bu sefer hayata tutunmasının tek sebebi olan eşini koparıyor hayattan.

 

Film bu noktadan sonra her iki hayatı birden işlemeye başlıyor. Dünyada yapayalnız kalan kadının hayatı ve başka bir boyutta devam eden eşinin hayatı. Kadın gittikçe derinleşen isyankar ve çöküntülü bir ruh haliyle yoluna devam ederken eşi sevgiyle ve merhametle dopdolu geçirdiği dünya hayatının, bir tohumun ağaca dönüşmesi gibi açılarak şekillendirdiği öte hayatın ortasına düşüyor. Dünya hayatındaki tasavvurlarının, düşüncelerinin ve insanın var oluşuna uygun eylemlerinin renklendirdiği, gerçeğin ta kendisi kıldığı bir hayatı yaşamaya başlıyor adam. Kadın ise her geçen gün tükenerek intihara yanaşıyor. Ve sonunda kendi arzusuyla ya da isyanıyla nokta koyuyor hayatına. İntihar, yalnızca bir girişim olarak kalmıyor onun için bu sefer.

 

Düşlerin ortasında gerçeği yaşayan ve ölen kızıyla öte alemde yeniden buluşan erkeğe haber veriliyor bu durum. Onu, o görkemli hayatın güzelliklerini algılayamaz ve yaşayamaz hale getiriyor bu haber. Tüm risklerine rağmen cehennemin ortasında yalnızlığın derinliğine düşen eşini bulma ve kurtarma çabası içinde görüyoruz bu sefer onu.

 

Robin and his son

Kendi ifadelerimle yazacak olursam özetle, "Ulaşamazsın ona" deniliyor kendisine. "Ulaşsan da yakalayamazsın onu. Onun mutlak yalnızlığının ötesine geçemezsin. Onu bulsan da seni tanıma imkanı yok. Onun hayatının merkezinde kendisi var. Bu nedenle hayatında kendisinden başka bir şey yok. İntihar edenler bu durumda oldukları için yalnızlık cehennemine düşerler. Eğer merhametin onun üzerinde uzun süre devam ederse korkarım sen de düşersin ve çıkamazsın o cehennemden. Bu nedenle, madem gideceksin, eğer yolun tehlikelerini aşıp ulaşabilirsen ve bulabilirsin onu cehennemin keşmekeşinin ortasındaki yalnızlığında, anlat ve çık! Bırakma kendini, bırakırsan sen de kaybolursun o şekilsiz yalnızlıkta."

 

Sevgisi ve merhameti nedeniyle artık cennet kendisine cehennem gibi gelmeye başlayan adam "Yalnızca bana rehberlik edin, yeter. Uyarılarınıza ihtiyacım yok." diye cevap veriyor kendisini vazgeçirmeye çalışan rehberine. Bu yolculuğu esnasında, düşlerinin cennetine girdiği andan itibaren kendisine yoldaşlık eden siyahi gencin, onun oğlu olduğunu ürpererek fark ediyoruz. Yanındaki rehberle birlikte yalnız gitmesine izin verilen adama oğlunun "Annemi al da gel baba. Sakın seni vazgeçirmeye çalışanları dinleme. Onu, dünya hayatındaki tükenişinin ortasında yeniden çekip alışını düşün. Unutma!" deyişine tanıklık ediyoruz.

 

Grean - Robin

Cehennemin keşmekeşinin ve dehşetinin ortasında, dünya hayatlarındaki düşüncelerin ve sözlerin izini süren adam, tehlikeleri aşarak eşini buluyor sonunda. Rehberinin içeride uzun süre kalmaması ihtarıyla birlikte giriyor eşinin yanına. Derin bir yalnızlığın ve renklerden mahrum bir griliğin ortasında buluyor onu. Doğrudan kendisiyle ilgili olaylardan başka hiçbir şeyi hatırlamıyor kadın. uğraşıyor ama ulaşması mümkün olmuyor onun dünyasına. Çıkıyor ve rehberinin yanına dönüyor yeniden. Rehber tebessüm ediyor.  O ise"Seni tasdik etmek için gelmedim yanına. Burada kalmaya karar verdiğimi söylemek için geldim. Beklemene gerek yok, artık sen gidebilirsin!" diyerek gönderiyor rehberi, rehber dönüp gidiyor çaresiz.

 

Son bölümün hemen öncesinde, eşinin yanına giriyor dingin bir acziyet içerisinde, tükeneceğini bilerek ve yitişe razı olarak. Yine kendi cümlelerimle ifade edersem "Kalmak için geldim" diyor. "Gitmek için değil. Sana katılmak için geldim, seni kurtarmak için değil..."

 

İşte tam bu andan sonra her şeyi hatırlayama başlıyor kadın bir bir. Bu sefer kadını seyrediyoruz benzer bir çabanın içerisinde. Derin komaya, kayboluşun ortasına düşmek üzere olan eşini tutmaya çalışıyor, "Sakın bırakma kendini!" diyor, "Sakın bırakma! Bana söylediklerin hatırla..."

 

in the heaven

Bir sonraki sahnede ikisini cennetin ortasında seyrediyoruz. "Bazen kaybettiğin yerde kazanırsın!" diyor kadın. Çocuklarının, hatta köpeklerinin dahi katılımıyla tamamlanan muhteşem bir buluşma, cenneti gerçekten ‘Cennet' ediyor onlar için. Filmin son sahnesindeki dünyaya yeniden dönüş kararı ise mistik yeniden doğuş düşüncesini çağrıştırıyor, her ne kadar onaylamasak da.

 

Salih Özaytürk

0.006 sn.